Sultan Abdülhamid ve Yabancı Elçiler
Sultan Abdülhamid’in yabancı Büyükelçilerle, diplomasinin gerektirdiği nezaket ve hassasiyetle muhatap olduğuna dair yüzlerce örnek vardır.
Diplomasinin gu¨cu¨ne inanan II. Abdu¨lhamid, saltanatı boyunca u¨lkeler arasındaki ilişkilerde diplomatik nezaket ve teşrifata hep riayet etmiştir. Sultan’ın bu tarafı, onu seven veya sevmeyen herkes tarafından kabul edilmektedir. Sadece yurt dışından gelen yabancı misafirlere ve onların maiyetindeki kimselere değil, aynı nezaket ve hassasiyeti kendi ülkesinde yerleşik yabancı misyon şeflerinden de esirgememiştir.
Her ne kadar TRT’de yayımlanan “Payitaht Abdülhamid” dizisinde, Sultan bir tokatla İngiltere Büyükelçisini yere seriyorsa da , bunun tarihî gerçeklikle zerre kadar alakası yoktur. Hani meşhur bir sözümüz var ya, “Merd-ı kıpti, faziletin beyan ederken sirkatin söyler”. Yani, “Kıpti vatandaş, faziletlerini anlatacağı zaman yaptığı hırsızlıkları anlatır.” TRT de Sultan Abdülhamid’e kahramanlık yaptıracağım derken onu bir mahalle kabadayısına çevirmiştir. Koca bir ülkenin padişahı Abdülhamid, bütün diplomatik teamül ve nezaketi ayaklarının altına alarak üzerinde güneş batmayan imparatorluğun elçisine kendi makamında dayak atıyor. Bu akla ziyandır. Denecektir ki, bu bir belgesel değil, bir dizidir. Senarist istediği gibi tarihi eğer büker.
Hayır efendim, milletin parasıyla milletin kanalında sırf hamaset adına böyle bir tarih saptırmasını kimsenin yapmaya hakkı yoktur. Sanırım bugüne kadar, tarihin gördüğü en ultra manyak devlet başkanı Amerika devlet başkanı Trump’tır ama o bile böyle bir densizlik yapmaz. Merhum Necip Fazıl’ın ünlü beytini biz yıllar yılı kült yaratma sevdalısı olan Kemalist tarih yazıcıları ile alay etmek için söylerdik:
“Bülbüllere emir var: lisan öğren vakvaktan; Bahset tarih, balığın tırmandığı kavaktan!“
Ne yazık ki, şimdi milletin kanalı, milletin parasıyla millete balığın tırmandığı kavaktan söz ediyor.
İnsanımızın önemli bir kısmının okumadığı, sadece seyrettiği hesaba katılırsa, tarihî sinema filmi ve dizileri yapanların bu hususu göz önünde bulundurmaları aslında toplumsal bir sorumluluktur. Ne Kanunî, Muhteşem Yüzyıl’daki Kanunî’dir, ne de Sultan Abdülhamid, söz konusu dizideki Sultandır. Hele hele bir dizi devletin resmî kanalında yayımlanıyorsa sorumluluğunuz bir kaç kat artıyor demektir.
Hamaset, tarihi gerçekliğin en büyük düşmanıdır. Boya ve makyaj kişiyi kendisi olmaktan çıkarıyorsa orada ciddi bir yanlışlık vardır.
Sultan, kendisiyle görüşen veya ziyaret eden yabancılara çok nazik davranmakla kalmayıp onları hediyelere de boğuyordu.
Sadece büyükelçilere değil, öyle anlaşılıyor ki,Sultan elçiliklerin daha alt kademedeki meslek memurlarına da hediyeler veriyordu. İngiliz Devlet Arşivi’nde araştırmalar yaparken ilginç bir yazışmayla karşılaşmıştım. Hatta bu konuyu Türkiye’ye döndükten sonra Dergah Mecmuası’nda yayımladım. Söz konusu olay şöyle cereyan eder:
Yıl 1878. Ruslar 93 Harbinin galibi olmuş ve Yeşilköy’de karargah kurmuşlardır. Osmanlı’nın İngiltere’ye en çok muhtaç olduğu günler yaşanıyor. Sultan, İstanbul’daki İngiltere Büyükelçiliği’nin 1. Katibi Mr. Sandison’a, çok kıymetli mücevherlerle süslü bir enfiye kutusu hediye etmek ister. Sandison, Büyükelçi’nin bilgisi ve onayı olmadan bu hediyeyi kabul edemeyeceğini kibar bir dille Sultan’a arz eder. Mr. Sandison, büyükelçiliğe gelip Büyükelçi Henry Layard’a ne yapması gerektiğini sorar. Layard ise Dışişleri Bakanı Lord Salisbury’nin bilgisi ve onayı olmadan kendisine “al” veya “alma” diyemeyeceğini söyleyerek konuyu resmî bir yazıyla Dışişleri Bakanı Lord Salisbury’e bildirir. Salisbury cevabî yazıda, selam kelam faslından sonra işin özüne yönelik şöyle yazar:
“Bu konuda bir karar vermeden önce, söz konusu hediyenin hangi hizmete karşılık olarak ihsan edilmek istendiğini bilmek isterdim.” (Public Record Office. F.O: 195-1169, No.828)
Bu yazışmalara İngiliz devlet arşivinde rastlayınca doğrusu hem şaşırmış hem de bu hassasiyeti takdir etmiştim.
İngiltere’nin 19.Yüzyıldaki konumu ABD’nin bugünkü konumundan da daha güçlüydü. Hal böyle olunca İngiliz Elçilerin de belirgin bir ağırlığı vardı. Bütün tarihçiler bilir ki, o gün için “düvel-i muazzama” yani büyük devletler denince akla İngiltere, Fransa ve Rusya gelirdi. Haliyle onların elçileriyle olan görüşmelerde de daha bir hassasiyet gösterildiği unutulmamalıdır.
Mehmet Akif Ersoy’un, “Üzengi öpmeye hasretti, garbın elçileri" dediği devirler çoktan geride kalmıştı. Dikkat ederseniz zaten Akif de geçmiş zaman kipi kullanıyor: “Hasretti” diyor, “Hasrettir” demiyor.